TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİNDEKİ ZORLU SÜREÇ

Soğuk Savaş döneminde farklı nitelikler taşımakla birlikte, çift kutuplu sistem içinde devam eden dolaylı savaşta NATO&rsqu

       Soğuk Savaş döneminde farklı nitelikler taşımakla birlikte, çift kutuplu sistem içinde devam eden dolaylı savaşta NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olan Türkiye, Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO’nun Güney Doğu kanadının yılmaz savunmasını üstlenerek Avrupa ile kader birliği yapıp, onların huzur ve güven içinde refahını geliştirmesine çok önemli katkılar sağladı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle AB, ekonomik alanın yanı sıra siyasi ve stratejik alanda da bütünleşmeye hız vererek özerklik alanını giderek genişletmiş ve iç kurumsallaşmasını daha da derinleştirmiştir.

       Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya güç dengelerinde meydana gelen karmaşık ve dinamik küresel dengeler içerisinde Türkiye‘nin stratejik çıkarları yeni dış politika açılımlarını zorunlu kılmıştır. Dış İşleri Bakanı sayın Davutoğlu’na göre, ”Türkiye tarih ve coğrafyası ile Avrasya’ya, stratejik ve ekonomik tercihlerinden dolayı Avrupa’yla irtibatlı olmak arasında anlamlı bir ilişki kurmak zorundadır. Türkiye-AB ile olan ilişkilerinde Asya derinliğini ihmal etmeyen bir stratejik pozisyonu geliştirmesi gerekmektedir. Aksi takdirde ne Avrupa nezdinde kendi tarih ve coğrafya derinliğinden kaynaklanan bir itibar sahibi olabilir, ne de Asya’nın kadim stratejik kulvarında sözü dinlenen bir ülke olabilir”         

            Türkiye-AB ilişkileri; ekonomik, sosyal, hukuki, stratejik, kültürel ve siyasi boyutları olan çok karmaşık ve zengin tarihsel derinliği olan ilişkiler manzumesidir. Bu sebeple AB ile Türkiye arasında yaşanan ilişkiler süreci çok dinamik bir süreç olup bu ilişkiler AB’nin giderek genişlemesiyle yeni aktörlerin girmesi ve bölgesel ve uluslararası ilişkilerde yaşanan çok boyutlu gelişmeler ile giderek daha karmaşık hâle gelmesine neden olmuştur. Ayrıca AB’nin bir bütün olarak içerisinde yaşadığı çelişkiler ile her üye ülkenin ikili ilişkilerindeki farklılıklar ve uyumsuzluklar da Türkiye – AB ilişkilerini derinden etkileyip esasen çok zor bir süreç olan bu ilişkiler yumağını daha da karmaşık duruma getirmiştir.

        Türkiye-AB ilişkilerindeki çok boyutlu ilişkiler manzumesi Türkiye’nin ekonomik, sosyal, hukuki, siyasi ve ulusal egemenlik alanını farklı boyutlarda da olsa değiştirip dönüştürmekte ve Türkiye’nin iç ve dış politikasının ana gündem maddelerini oluşturmaktadır. Bazı zaman da AB yetkililerinin Türkiye’deki güncel demokrasi, insan hakları ve iç siyasi gelişmeler ile ilgili yaptıkları ölçüsüz müdahaleleri Türk kamuoyunda büyük tepkilere sebep olmaktadır. Türkiye’nin üyelik sürecini en uzun döneme yayan AB, Gümrük Birliği ile Türkiye’den elde ettiği avantajı ve talep edilen konumunun verdiği üstünlüğü kullanarak süreçteki yönlendirici ve belirleyici olma özelliğini devam ettirmeye çalışmaktadır. Görünen odur ki, her ne kadar AB içerisindeki Merkel – Sarkozy ikilisi gibi etkili liderlerin Türkiye’nin tam üyeliğini ağırlıklı olarak dinsel ve kültürel gerekçelerle engelleyip Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık önerseler de, bu öneri şimdilik AB’nin ortak bir görüş ve tutumunu yansıtmamaktadır. Göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husus; AB’yi oluşturan ülkelerde meydana gelen siyasi değişimler AB- Türkiye ilişkilerini çok önemli boyutta etkilemektedir. Bunun en bariz örneği Almanya ve Fransa’daki iktidar değişimiyle ortaya çıktı. AB’nin lokomotif ülkesi olan Almanya’nın önceki Başbakanı Schröder ve onun dış işleri bakanı Türkiye’nin tam üyeliğini en çok savunan politikacıların başında gelmekteydi. Fransa’nın önceki Cumhurbaşkanı Cirac da Türkiye’ye karşı daha ılımlı bir politika izlemekteydi. Bu örnekler gösteriyor  ki, dün Türkiye’nin tam üyeliğine destek veren bir ülkenin iç siyasi yapısında meydana gelen değişimi sonrası o ülkeyi yönetenler karşı safa geçebilmektedirler. Bu durum Türkiye’nin AB ilişkilerinde psikolojik refleksleri ön  plana çıkarıp AB’ye karşı güven bunalımını daha da büyütmektedir.

           Türkiye 1999’da adaylık statüsü verilmesi karşısında, Kıbrıs Rumlarının AB’ye girmelerinin önünün açılmasına göz yummak durumunda kalmıştır. Ancak 1999 yılında Türkiye’ye tam üyelik adaylığı verilirken, Kopenhag Kriterlerine uyulduğu takdirde tam üyeliğin gerçekleşeceği ve diğer aday ülkelerle eşit muamele yapılacağı sözü verilmişti. Ancak 17 Aralık 2004 ‘de Türkiye’ye müzakere tarihi verilirken AB’nin en önemli ilkesi malların, insanların ve sermayenin serbest dolaşım ilkesi çiğnenerek, tam üyelikten sonra da Türklerin Avrupa’da serbest dolaşımına kalıcı kısıtlamalar getirilebileceği hükmü 17 Aralık 2004 belgesine konularak Türkiye’ye karşı dürüst ve vefalı davranılmamıştır.

           Annan Planı’nın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından kabul, Rumlar tarafından reddedilmesi üzerine AB tarafından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uzun yıllardan beri karşı karşıya kaldığı insaf ve adaletle bağdaşmayan uluslararası tecridinin sona erdirileceğine ilişkin  verilen sözler de bir süre sonra Avrupalılar tarafından unutulmuştur. Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üye olmasıyla Kıbrıs sorunu da Türkiye ile AB arasında bir sorun hâline dönüşmüştür. Esasen en büyük haksızlık Londra ve Zürih antlaşmalarına aykırı hareket edilerek Kıbrıslı Rumların AB’ye alınması, Kıbrıs’ta iki kesimli  ve hakkaniyete dayanacak bir barışın yapılmasını hemen hemen imkânsız hale getirmiştir. , Yunanistan Kıbrıslı Rumların tam üyeliğini dayatarak birliğin genişlemesini veto edeceği tehdidinde bulunarak Rumların AB’ye girmesini sağladı. Esasen Kıbrıs sorunu çözülmeden Rumları AB’ye alanlar Türkiye’nin tam üyeliğini engellemek için arkasına sığınabilecekleri bir gerekçe üretmişlerdir.

           AB’nin Türkiye’ye defalarca Kıbrıs sorunun Türkiye’nin tam üyelik yolunda bir engel oluşturmayacağı hakkında verdiği sözlerin gerçek dışı olduğu anlaşılmıştır. Türkiye – AB müzakere sürecinin Kıbrıs siyasi sorununa bağlanması Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkan ve Türkiye’ye tam üyelik dışında başka bir statü vermek konusunda formül arayan ülkelere arkasına sığınacakları önemli bir mazereti yaratmıştır. Kıbrıs sorunu çözülse dahi Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olan  ülkelerin başka gerekçeler yaratacakları açıkça anlaşılmaktadır.

           Türkiye’nin 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren müzakerelerinin başlatılmış olması AB üyeliğine giden yolda önemli bir aşamadır. Ancak Türkiye ile AB arasındaki müzakere süreci ağır aksak devam etmektedir.

           Kıbrıslı Türklere verilen tüm sözler unutularak ve KKTC’ye uygulanan ambargo olanca sertlikte sürerken Türk hava ve deniz limanlarının Rumlara açılması ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yok sayılarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından tanınmasına gidebilecek taleplerin kabul görmesi mümkün gözükmemektedir.

           Fransa, Almanya, Avusturya, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların başını çektiği bir grup ülke her fırsatta Türkiye’nin tam üyeliğini çıkmaza sokarak AB ile Türkiye arasında ciddi bir güven bunalımına yol açmakta ve her geçen gün Türkiye’nin önüne yeni engeller çıkartmaktadır.

           AB üyeliğini uluslararası hukuk ve AB ilkelerini çiğneyerek elde eden Rumlar, bir taraftan KKTC’yi uluslararası tecridi devam ettirerek içeriden çökertmeye çalışırken, bir taraftan da Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin her aşamasında veto şantajını kullanmaktadır.

  Bu nedenle Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yaşatılması ve uluslararası tanınmaya kavuşturulmasını sağlayacak alternatif politikalar oluşturulmalıdır.

           AB’nin önde gelen ülkeleri Almanya, Fransa gibi ülkelerin izledikleri Türkiye karşıtı politikaları AB’nin itibarını aşındırmaktadır. Artık Türkiye’de AB’ye güvenenler ve tam üyelik ümit edenler giderek azalmaktadır.

           AB üyesi devletlerin ve onların liderlerinin pek çoğunda Türkiye’nin tam üyeliği konusunda güçlü bir siyasi irade bulunmadığı gözlenmektedir. 

           Türkiye’nin farklı kültür ve din yapısı ile kalabalık nüfusu tam üyelik yolunda aşılması zor engeller olarak görülürken, bu zorluklara yenileri de eklenmektedir. Türkiye bugün Avrupa’nın 6. , dünyanın da 17. büyüklükteki ekonomisine sahiptir. AB’nin 2006 İlerleme Raporu’nda Türkiye’de işleyen bir pazar ekonomisinin bulunduğu, Türkiye’nin piyasasının rekabet gücü yeterliliğine sahip olduğu teyit edilmiştir. Türkiye ekonomisi son çeyrek yüzyılda çok önemli yapısal değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Türkiye’nin ihracatının  yüzde 90’ı sanayi ürünlerinden oluşmaktadır; sanayi ve hizmetler sektörü tarım sektörünün çok önüne geçmiştir. Artık Türkiye’nin ekonomik sorunları AB tam üyeliğinin önünde ciddi bir engel olmaktan çıkmıştır. Tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne sokulan Türkiye’ye tam üyeliğe geçiş sürecinde de diğer ülkelere daha önce yapılan mali yardımlar  Yunanistan’ın engeli nedeniyle elde edilememiştir. Gümrük Birliği’ne geçişle birlikte Türkiye’nin  ihracat ve ithalat oranları AB lehine kademeli olarak artış göstermiştir. Türkiye’nin giderek dış ticaretini çevre ülkeleriyle de geliştirip çeşitlendirmesi ve kişi başına millî gelirini artırması AB’ye entegrasyon sürecinde geçmişte en büyük engel olarak ileri sürülen  ekonomik boyutu  önemli bir gerekçe olmaktan çıkarmış ve  enerji boru hatlarıyla da AB nezdindeki ekonomik etkinlik alanını daha da artırmıştır.Türkiye’nin bugünkü ulaştığı ekonomik düzey, AB üyesi Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerden daha iyi bir konumdadır. Artık, Türkiye Maastiricht

 Ekonomik kriterlerine daha yakın bir durumdadır.          

           AB’deki pek çok ülkedeki siyasi irade noksanlığı Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık formülünün giderek daha fazla dillendirilmesi, Türk iş gücüne kalıcı kısıtlamalar uygulanabileceği tehdidi, ucu açık müzakereler ve Türkiye’yi hazmetme kapasitesi gibi kavramlara yapılan vurgulamalar Türkiye’nin tam üyeliğini hiçbir AB üyesi ülkeye uygulanmayan referanduma bağlama çifte standardı gibi eğilimler yaratmıştır.

           Türkiye’nin tam üyeliğini engellemeye çalışan başta Fransa gibi AB ülkeleri, Kıbrıs sorunu, sözde Ermeni soykırımı iddiaları ve azınlıklar konusu gibi yapay sebeplerin arkasına saklanmaktadır. Türkiye’de Avrupa’ya bir  yandan güçlü, gelişmiş ve ekonomik başarıya ulaşmış bir güç olarak bakılırken, öte yandan da Türklere karşı geçmişte izlediği emperyalist bir güç olarak da bakılmaktadır.

           Uluslararası hukuku ve  AB’nin kendi ilkelerini çiğneyerek ve üstelik Annan Planı’nı reddetmelerinden hemen sonra Kıbrıslı Rumları AB’ye tam üye yapan zihniyetin gerçek amacı Türkiye’nin tam üyeliğini geciktirecek veya engelleyecek bir gücü Rumların eline vermekti.

           AB’nin 1999’da Helsinki Doruk Toplantısında Türkiye’ye adaylık statüsü verilirken Kıbrıs sorununun bildiriye giriş biçimine isyan eden o zamanın Türk hükümetini yatıştırmak ve ikna etmek için Ankara’ya yolladıkları dönem başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı Lipponen’in adıyla anılan ve Türkiye’ye Kıbrıs sorununun AB ile ilişkilendirilmeyeceği sözünü içeren mektubunun bir anlam ifade etmediği sadece birkaç gün sonra anlaşılmıştır.

           AB yetkililerinin yıllardan beri Türkiye’ye verdikleri sözleri tutmamaları ve uyguladıkları çifte standartları Türk milletinin gözleri önünde yıllardır devam etmektedir.

           Türkiye-AB ilişkilerini Türklerin Avrupa ile ilişkileri tarihinin dışında değerlendirmemek gerekir. Batının Türklere ve Müslümanlara karşı önyargısı yüzyıllar öncesinden şekillenmiştir. Bugün Batıda sağduyudan yoksun, geniş bir vizyonu olmayan politikacılar Türkiye’nin üyeliğine karşı olmayı neredeyse ortak bir kimlik hâline getirmiştir. Her şey tarihi ile var olur  ve ancak bu tarihsel temel üzerinde doğru olarak değerlendirilir. Bu temel, Türklerin AB için tarihten gelen en önemli “öteki” figürü olduğudur.

           Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği ekonomik, siyasal, kültürel ve jeopolitik  gerekçeler ileri sürülerek engellenmeye çalışılmaktadır. AB’nin önemli devletlerinin liderleri Türkiye’ye tam üyeliği düşünmezken onu tamamen kaybetmek de istememektedir. Bunun için AB’nin elindeki en önemli argümanı tam üyelik süreci oluşturmaktadır. Böylelikle Türkiye başka alternatiflere yönelmeden AB’ye demir atacaktır. Türkiye millî devletinin temel unsurlarını korumada ve bölgesel dış politikada etkinliği AB’nin kontrolü altında bulundurulup tamamen AB’nin denetimi altında pasifize edilmek istenmektedir. Esasen AB, Gümrük Birliği ile Türkiye’nin ekonomik avantajlarını sonuna kadar kullanabileceği bir imkâna kavuşmuştur. 

         Türkiye, AB sürecindeki haklarını sonuna kadar savunmalı ve süreci sekteye uğratan taraf olmamaya özen göstermelidir. Ancak Türkiye gerektiği takdirde müzakereleri kesme iradesini ortaya koymaması hâlinde, AB içindeki Türkiye karşıtları ileri sürecekleri yapay nedenlerle Türkiye’nin tam üyeliğini engelleyecektir.

           Türkiye, özellikle son yıllarda takip ettiği dış politika açılımlarıyla ilişkilerini tek merkezli olma yerine, çok yönlü bir temele dayandırmaya çalışmaktadır. Bu durum ne olursa olsun ne istenirse istensin “AB üyeliği gerçekleşmeli” düşüncesini önleyerek, üyeliğe daha gerçekçi bakılmasını sağlamaktadır. Türkiye, AB içindeki bazı ülkelerin insafla, adaletle ve dürüstlükle bağdaşmayan talepleri karşısında tercihlerini çeşitlendirmektedir. Bu, Türkiye’nin radikal bir eksen değişikliğine gittiği anlamına gelmemektedir. Türkiye’nin Orta Doğu ve Avrasya ile ilişkilerini geliştirmesi, Batı ile ilişkisini zenginleştirmekte ve tamamlamaktadır.  

     Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerine rengini veren, bu ülkelerin tarihidir, başka bir anlatımla geçmiş, bugün üzerinde etkili olmaya devam etmektedir. Türkiye’nin yüzü son üç yüzyıldır Batıya dönüktür ve bundan sonra da dönük olmaya devam edecektir. Ancak Türkiye içinde bulunduğu bölgenin tartışmasız tarihsel liderlik geçmişi olan, sağlam bir ordusu, güçlü bir bürokrasisi  ve devlet geleneği olan bir ülkedir. Avrupa’nın üçte birini Türkler 400 yıl yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1856 yılından itibaren Batının bir parçası, bir üyesi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Batıya doğru büyüyen bir imparatorluktu. O yüzden Türkiye bugün ekonomik, hukuki ve diplomatik bakımdan Avrupa’yla bütünlük içerisindedir. Aynı şekilde Orta Doğu coğrafyasını uzun süre yönetip, yönlendirmiştir. Bundan dolayı Türkiye’nin AB’ye tam  üyeliği AB ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyecek, radikal unsurların gelişimini engelleyebilecek,  farklı dinden, gruptan ve renkten insanların bir arada yaşayabileceklerine örnek olup Avrupa’nın enerji güvenliğine çok önemli katkılar sağlayacaktır. Bugün Türkiye’nin nüfusunun kalabalık olmasını AB üyeliği önünde engel olarak görenler, yapılan nüfus projeksiyonlarına göre, 30- 40 yıl sonra kendi kendisine yeterli olamayacak bir AB nüfus yapısına sahip olacaklarını göz ardı etmemelidir. Bugün Avrupa’nın yakaladığı refah düzeyinde 1960- 1970’li yıllardaki Avrupa’ya giden Türk işçilerinin çok büyük katkılarının olduğu unutulmamalıdır.

      Türkiye’nin önüne konulan yapay gerekçelerden birisi olan sözde Ermeni soykırımı, sadece AB kararlarında değil, birçok AB üyesi ülke tarafından da kabul edilmiştir. Birçok AB ülkesinde sözde soykırımın kabul edilmesi, birlik genelinde bir bilincin oluşumunu sağlamaktadır. AB kurucularından Fransa’nın sözde Ermeni soykırımı olmadığı yönündeki tartışmayı dahi kanunla yasaklama girişimi, konunun geldiği boyutu açıkça göstermektedir. AB, 1996 yılında Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci bir güç olarak gördüğünü, sorunun barışçıl yollarla çözülmesi için TSK’nin adadan çekilmesi gerektiğini belirterek Kıbrıs Adası’ndaki devleti Rum yönetiminin temsil ettiğini belirtmiştir.

           Kıbrıs ve Ege meselesinin Yunan – Avrupa çıkarlarına uygun bir şekilde çözülmesi, Türkiye’nin Batı istekleri karşısındaki temel direnç noktalarının son aşamasıdır. KKTC‘ nin 26. kuruluş yıl dönümü törenleri için Ada’ya giden Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek’in “ Kıbrıs meselesini Türkiye’nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri ya Kıbrıs ya AB diye düşünüyorlarsa Türkiye’nin tercihi sonsuza kadar Kıbrıs Türklerinden yana olacaktır. Türk milletinin ayrılmaz parçası olan Kıbrıs Türklerinin meşru haklarından, Türkiye’nin ise anavatan ve garantör ülke olarak hak ve sorumluluklarından vazgeçmeyeceği herkes tarafından iyi bilinmelidir” açıklamaları çok yerinde olmuştur. Türkiye’ye tam üyelik tarihi kesin olarak verilmediği takdirde, özellikle Kıbrıs konusunda yeni bir taahhütten kaçınılmalıdır.

           Türkiye, Avrupa’nın sınırında bulunan AB’nin Orta Doğu’ya, Kafkasya’ya ve Türk Cumhuriyetlerine açılan kapısı konumundadır. Türkiye’nin ekostratejik öneminin yanı sıra Türkiye AB için büyük bir pazar durumundadır. Türkiye’nin genç nüfus potansiyelinin yanında tüketim eğilimleri ve kalıpları ekonomik pazar kalitesini artırmakta ve cazip kılmaktadır.

           Avrupa, aynı zamanda Türkiye’nin ekostratejik ve jeostratejik önemi dolayısıyla Ortadoğu’nun, Kafkasya’nın ve Türk Cumhuriyetlerinin kontrolünü sağlayarak bu bölgelerdeki petrol ve doğalgaz gibi yeraltı kaynaklarından yararlanabilecektir. Bütün bu sebeplerden dolayı AB, Türkiye’yi kendi yanında ve denetiminde tutmak  istemektedir.

           Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, Mavi Akım gaz hattı ve bu hattın Ceyhan’a uzatılma projesi, Şah Deniz- Erzurum doğalgaz boru hattı, Kerkük- İskenderun petrol boru hattı ve Nabucco projesi Hazar Denizi ile Türk Cumhuriyetlerinin petrollerini Akdeniz’e ulaştırma planları Türkiye’nin enerji koridoru olarak stratejik açıdan önemini daha da artırmaktadır. Bu bilinçteki AB, Türkiye’yi üyelik süreci ile yanında tutarak bölge üzerinde diğer büyük güçlere karşı çok önemli avantajlar sağlamaktadır. Bu ilişki biçiminde AB belirleyici olmaktadır.

       

      Avrupa, geçmişte kendisi dışındaki kültürleri, medeniyetleri değersiz ve kendisine muhtaç yapılar olarak görüp onları ötekileştirerek, tarih boyunca sömürge politikası izlemiştir. Avrupa’nın en önemli ve vazgeçilmez unsuru Hıristiyan kültürü ve tarihidir. Birliğin temelindeki bu bilinç, hem İslâm kültürü hem de karşı tarihe sahip bir millet olarak gördüğü Türk’ü Avrupa’da toprak parçası olsa da ötekileştirmektedir. Bundan dolayı coğrafi olarak Avrupa’da olup Avrupalı olmamak ikilemi günümüz Türkiye-AB ilişkilerinde de geçerliliğini korumaktadır.Geçtiğimiz ay AB Konsey Başkanı seçilen Hermann Van Roumpy da beş yıl önce yaptığı bir konuşmasında, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmadığını ve hiçbir zaman da olamayacağını, Hıristiyan değerlerinin evrensel değerler olduğunun altını çizerek Türkiye’nin alınması durumunda AB’nin güç kaybedeceğini ifade etmişti.

             

           AB’yi oluşturan ülkelerin bazılarındaki egemen görüşe göre, Türkiye’nin AB’ye üyeliğine bir medeniyet meselesi olarak yaklaşmaktadır. Bütün sorun Avrupa, Türk-İslâm medeniyetine sahip olan Türkiye’yi temelini Hıristiyan olmak ve entelektüel mirasını antik Yunan’dan ve Roma’dan alan kendi medeniyetlerinin içine alıp almayacaklarıdır. Türkiye’nin Avrupa’yla aidiyet değil mensubiyet ilişkisi vardır. Bu yüzden de Türkiye’ye tam üyelik değil imtiyazlı ortaklığı öngörüyorlar. Ancak AB üyesi ülkeler içerisinde Türkiye’nin tam üyeliğine başta İngiltere ve İtalya olmak üzere destek veren ülkeler de bulunmaktadır. AB’ye tam üye olabilmek, ancak temelini Hıristiyanlığın oluşturduğu Avrupa medeniyetine ait olanlara ilişkin bir mesele olarak görülecekse –ki şu anda ağırlıklı eğilim bu yöndedir- Türkiye AB’ye tam üye olarak giremeyecektir.

           Avrupalılardaki egemen görüşe göre, AB bir medeniyet projesidir. Batı medeniyeti, Eski Yunan- Roma ve Hıristiyanlık temelleri üzerine yükselir. Bu durumda Türkiye’nin Avrupalı olması söz konusu değil, olmamız da mümkün değil. Ancak bunun Türkiye’ye çok açık ve net bir şekilde oyalamadan söylenmesi gerekir. Aksi takdirde uzun yıllardan beri verilen sözler tutulmayıp oyalama taktikleriyle Türkiye ve Türklere çok büyük haksızlık ve çifte standart yapılmış olacaktır. Bu durum Türklerle Avrupalılar  hatta  Müslümanlar arasındaki güven bunalımını daha da derinleştirip artırabilecektir.

                 

                                          Doç.Dr. Famil ŞAMİLOĞLU

                   Aksaray Üniversitesi İİBF