Türkiye sahip olduğu kendine özgü coğrafi konumu sebebiyle dünyanın anlaşılması en zor ve
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA EKSEN KAYMASI VAR MI?
Türkiye sahip olduğu kendine özgü coğrafi konumu sebebiyle dünyanın anlaşılması en zor ve yoğun güç mücadelelerinin yaşandığı bir dış politika ilişkiler yumağının içerisinde önemli bir aktör olarak yer almaktadır.
Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yıla yakın yenileşme ve modernleşme hareketlerinin bir devamı niteliğindedir. Batılı ülkeler Rönesans ve ardından Sanayi Devrimi ile giderek ekonomik ve teknolojik yönden güçlenirken, Osmanlı Devleti de Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmekteydi. Osmanlı Devleti Batı karşısındaki gerilemesini ve çöküntüsünü durdurmak amacıyla bir taraftan Batılı devletlerle mücadelesini sürdürürken, diğer yandan da siyasal ve idari yapılanmasında Batılı tarzda düzenlemelere gitmekteydi. Batı’ya yönelimin bir parçası olarak Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanı yayınlanmış ve Meşrutiyet yönetimine geçilmiştir. Hatta Türkiye’nin Batı’ya yüzünü 14. yüzyıldan itibaren döndüğü ve o tarihten sonra da bu çizgiden önemli bir sapmanın söz konusu olmadığı ileri sürülmektedir.
Ancak, yapılan tüm reformlara ve düzenlemelere rağmen, özellikle Fransız Devrimi ile birlikte Osmanlı Devleti içerisindeki etnik unsurların ayrılıkçı hareketlerine girişmeleri bir yandan İmparatorluğun dağılması sürecini hızlandırırken, öte yandan da Osmanlı Devleti’nin izlediği denge politikaları sonucu İmparatorluğun dağılma süreci gecikmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonucunda dağılan Osmanlı Devleti’nin bir bakiyesi olarak verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti ekonomik yönden zayıf bir tarım ülkesi olmasına karşın, aynı zamanda bin yıllık bir tarihsel liderlik birikim ve dış politika geleneği olan bir avantaja da sahip bulunmaktaydı.
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin yöneticileri güçlerinin büyük bir bölümünü bir yandan devletleşme ve uluslaşma sürecine, ülkenin iç imarına, kalkınmasına, Lozan’da var olan sınırları korumaya, orada elde edemediklerini diplomasi yoluyla elde etmeye harcarken, diğer yandan da henüz yeni savaştan çıktıkları Batılı ülkeleri model alan modern bir ülke yaratmaya çalıştılar. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda 1923’ten 1929 Dünya Ekonomik Bunalımına kadar Batı’nın benimsediği ekonomik model olan liberal ekonomi politikaları izlenmiştir. Zaman zaman sağa sola kaymalar olsa da, ana eksende bir değişiklik olmamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Lozan’da çözülemeyen sorunlar Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan Musul hariç, diplomasi yoluyla çözüme kavuşturulmuş ve Cumhuriyetin idari, hukuki, siyasi ve ekonomik yapılanmasında Batı tipi kurumsal düzenlemelere gidilmiştir.
Türkiye tüm zorlamalara rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı başarabilmiştir. Ancak bu politika Türkiye’nin yalnızlığına itilmesine de sebep olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin Boğazlar üzerinde egemenlik iddiaları ve Doğu Anadolu’da toprak talebinde bulunması Türkiye’yi Batının güvenlik şemsiyesi altına girme arayışına yöneltti. Kore Savaşı’na askeri destekte bulunan Türkiye bu savaşın ardından Nato’ya girme imkânını elde ederek iki Bloklu güç yapılanmasında güvenlik boyutu esas olmak üzere çok keskin bir dış politika çizgisi izlemiştir.
Nato üyeliği ile birlikte Türkiye Soğuk Savaş boyunca iki kutuplu güç yapılanması içerisinde Batı güvenlik sistemi içerisinde yerini alarak çok önemli bir denge unsuru olmuştur. Nato bir güvenlik örgütü olmanın yanı sıra Türkiye’nin diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkilerinde de önemli yansımaları olmuş, Türkiye’nin Batılı kimliğini güçlendirmiş ve Türk Ordu’sunun modernizasyonunda da çok önemli katkılar sağlamıştır.
Türkiye Batı saflarında yerini alırken, Osmanlı Devleti’nin dört yüz yıla yakın yönettiği ve tarihi derinliği ve kültürel ortak paydaları olduğu Balkanlar ve Arap Dünyası’nın büyük bir kısmı Sovyetler Birliği’nin yörüngesine girdiler. Bu nedenle Türkiye’nin Batı ile ilişkileri Soğuk Savaş boyunca çok yönlü olarak gelişip, güçlenirken, Doğu ile olan ilişkileri çok sınırlı düzeyde kalmıştır. Türkiye Batı ile özellikle de ABD ile olan ilişkilerinde Johnson Mektubu’yla birlikte ciddi bir sarsıntı yaşamış ve dış politikada Batı ile köprüleri atmadan, sosyal ve ekonomik tercihlerde ciddi bir değişiklik düşüncesi yaratmadan, zaman zaman Batı’yı karşıya alma, Batı’dan uzaklaşıyor gibi durumları olabilmiştir. Türkiye çok yönlülüğe geçişte bir arayış içerisine girerek Kıbrıs sorununda bir yandan Arap Dünyası’nın desteğini elde etmeye çalışılırken, diğer yandan da Sovyetler Birliği’nin desteğini sağlamaya çalışmıştır.
İki Bloklu dünya güç dengesinin bozulmasıyla Soğuk Savaş dönemi sona ermiş ve dünyanın uzun yıllardan beri sürdürdüğü dengeler altüst olmuştur. Dünya güç dengesinin ne zaman ve nasıl kurulabileceği ise henüz belli değildir. Soğuk Savaş dönemi boyunca Batılı ülkelerce Nato’nun Güney Doğu kanadının yılmaz savunucusu olarak görülen Türkiye’nin artık eski jeopolitik öneminin azaldığı dolayısıyla artık Batı’nın Türkiye’ye ihtiyacının kalmadığı tarzındaki söylemlerin dillendirilmesi Türkiye’ de bir şaşkınlık döneminin yaşanmasına sebep oldu. Ancak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Orta Asya’da ve Kafkaslar’da yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulması, Doğu Avrupa devletlerinin Varşova Paktı’ndan ayrılması ve bu gelişmelerin Orta Doğu ülkeleri üzerine olan yansımaları Türkiye için yeni fırsatları da beraberinde getirmiştir.Çünkü eski Osmanlı coğrafyasında bugün . otuza dolayında bağımsız devlet var ve bu coğrafya uluslar arası politikada büyük önem taşımaktadır.Türkiye’nin bu coğrafyada olan ortak paydaları ve işbirliği potansiyeli ile Batı’daki ortak paydaları ve işbirliği imkanları çok farklılık göstermektedir. O sebeple Türkiye için AB ve ABD birbirine alternatif olmadığı gibi, Türk Dünyası, İran, Çin, Rusya ve Arap Dünyası çok farklı dış politika seçenekleri sunmaları sebebiyle birbirlerini ikame etmekten uzaktırlar. O sebeple Türkiye dış politikasında konjonktürün ve ortak paydalarının ve organik bağlarının getirdiği avantajlarından hem Batı hem de Doğu düzleminde yararlanmaya çalışmaktadır.Dış politikada Batı ile Doğu birbirlerini ikame edemeyebilecekleri gibi, ülkelerde birbirlerini ikame edemezler.
Türkiye’nin Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlara yönelik yapıcı, uzlaşıcı,”Yeni Osmanlıcılık “ gibi yaklaşımlardan uzak, karşılıklı yarar temelindeki siyasi, kültürel ve ekonomik açılımları Türkiye’nin stratejik öneminin vazgeçilmez olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Özellikle son yıllarda Türk dış politikasında komşularla sıfır problem ve karşılıklı ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine yönelik izlenen politikalar Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada giderek önemi artan bir aktör ülke olarak kabul görmesini sağlamıştır.
Ancak, Türkiye’nin son yılarda izlemekte olduğu çok yönlü dinamik dış politikalarını radikal bir eksen kayması veya Batı’ya bir alternatif arayışı değil, bir zenginlik ve güç kaynağı olarak görmek gerekir. Aksine, Batı ülkeleri nezdinde daha güçlü, vazgeçilmez bir Türkiye için Orta Asya, Rusya, Kafkaslar ve Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü Türkiye’nin, Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkan ülkeleriyle tarihsel ve kültürel ortak paydaları bulunmaktadır. Söz konusu bölgelerdeki ülkelerle Türkiye dışında çok yakın ilişki kurabilecek tarihsel geçmişi ve derinliği olan ikinci bir ülke bulunmamaktadır. Aslında Türkiye izlemeye çalıştığı politikalarıyla coğrafyası ve geçmişi ile iletişim kanallarını açıp, işbirliği iklimini oluşturarak, bölgesinde sahip olduğu potansiyeli işbirliği süreçleri ile açığa çıkartmaya çalışmakta ve bu politikalarıyla da Batı’dan uzaklaşma söylemlerinin aksine, Doğu’yu Batı’ya yakınlaştırmaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin bölgesinde geliştirdiği sürdürülebilir ilişkileri Batı ittifakına ya da AB üyeliğine bir alternatif arayışı değil, aksine Batı ile olan ilişkilerini tamamlayıcı ve Batı’ya önemini ve manevra gücünü gösterme mesajını da içeren özellikler taşımaktadır. Çünkü Türkiye AB içindeki Fransa ve Almanya gibi ülkelerin bıkkınlık veren engellemelerine rağmen AB üyesi olma çabalarını sürdürmektedir ve dış politikasında ana doğrultuda bir sapma söz konusu değildir. Esasen Türkiye’nin Batı ile ilişkileri radikal bir biçimde değişebilecek ilişkiler de değildir.
Türkiye yakın çevresinde geliştirmeye çalıştığı ilişkilerinin büyük bir çoğunluğunda ABD ile birlikte hareket ederken, enerji güzergâhlarında da AB üyesi ülkelerle birlikte hareket etmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin radikal politikalarla Batı’dan kopması bölgesinde geliştirip, çeşitlendirmeye çalıştığı ilişkilerini ve bölge ülkeleri nezdindeki imajını da olumsuz yönde etkileyebilir.
Çok yönlü dış politika izleyip geliştirme birikimine, potansiyeline ve yeteneğine sahip olan Türkiye coğrafi açıdan hem Doğulu hem de Batılı bir ülkedir. Türkiye hem Doğulu hem de Batılı özelliklerinin sağladığı avantajlarını sentezleyebilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Batılı güçlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmuş olmasına rağmen, Batıya sırtını dönmemiş, tam aksine Batılılaşmayı modernleşmenin, ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmenin bir gereği olarak görmüştür. Ancak, Türkiye’nin Batıya yönelimi hiçbir zaman kopya etmek şeklinde olmamıştır. Çağdaşlıkta Batı ekonomik ve teknolojik üstünlüğü 16. ve 17. yüzyıldan itibaren ele geçirdiği için öne geçmiştir. O sebeple Batı’ya yönelmek gerekli olmuştur.
Günümüzde, başta ABD ve AB üyesi ülkeler, Çin, Rusya, Orta Asya ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini çeşitlendirip zenginleştirirken, Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve sosyal ortak paydalarının olduğu bölgesindeki ülkelerle ilişkilerini çeşitlendirip, zenginleştirmesi kaçınılmaz bir doğal süreçtir.
Türkiye’nin Batıyla ilişkilerini geliştirip sürdürerek Batıya bağımlı olmak, her ne pahasına olursa olsun yalnızca Batı, öbür dünyayı göz ardı etmek nasıl ki, akılcı ve gerçekçi değilse, Batı’ya tamamen sırtımızı dönmek de o derece abartılı ve gerçekçi değildir. Gerekçi olan Türk aydınınca teknolojik, ekonomik ve temel hak ve özgürlükler alanında ileri standartlara sahip olması sebebiyle çağdaşlığı temsil ettiği kabul edilen hem Batı’nın hem de tarihsel geçmişimiz, kültürel ortak paydalarımız ve akrabalık bağlarımız olan Doğu’nun avantajlarından bir sentez yaratıp Türkiye’nin demokrasisinin, hukuk sisteminin, ekonomisinin ve askeri savunma sisteminin standartlarını daha da yükselterek gelişmiş ülkeler kategorisine dahil olarak hem Doğu için hem de Batı için odak noktası ve çekim merkezi olabilmektir.
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA EKSEN KAYMASI VAR MI?
Türkiye sahip olduğu kendine özgü coğrafi konumu sebebiyle dünyanın anlaşılması en zor ve yoğun güç mücadelelerinin yaşandığı bir dış politika ilişkiler yumağının içerisinde önemli bir aktör olarak yer almaktadır.
Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yıla yakın yenileşme ve modernleşme hareketlerinin bir devamı niteliğindedir. Batılı ülkeler Rönesans ve ardından Sanayi Devrimi ile giderek ekonomik ve teknolojik yönden güçlenirken, Osmanlı Devleti de Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmekteydi. Osmanlı Devleti Batı karşısındaki gerilemesini ve çöküntüsünü durdurmak amacıyla bir taraftan Batılı devletlerle mücadelesini sürdürürken, diğer yandan da siyasal ve idari yapılanmasında Batılı tarzda düzenlemelere gitmekteydi. Batı’ya yönelimin bir parçası olarak Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanı yayınlanmış ve Meşrutiyet yönetimine geçilmiştir. Hatta Türkiye’nin Batı’ya yüzünü 14. yüzyıldan itibaren döndüğü ve o tarihten sonra da bu çizgiden önemli bir sapmanın söz konusu olmadığı ileri sürülmektedir.
Ancak, yapılan tüm reformlara ve düzenlemelere rağmen, özellikle Fransız Devrimi ile birlikte Osmanlı Devleti içerisindeki etnik unsurların ayrılıkçı hareketlerine girişmeleri bir yandan İmparatorluğun dağılması sürecini hızlandırırken, öte yandan da Osmanlı Devleti’nin izlediği denge politikaları sonucu İmparatorluğun dağılma süreci gecikmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonucunda dağılan Osmanlı Devleti’nin bir bakiyesi olarak verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti ekonomik yönden zayıf bir tarım ülkesi olmasına karşın, aynı zamanda bin yıllık bir tarihsel liderlik birikim ve dış politika geleneği olan bir avantaja da sahip bulunmaktaydı.
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin yöneticileri güçlerinin büyük bir bölümünü bir yandan devletleşme ve uluslaşma sürecine, ülkenin iç imarına, kalkınmasına, Lozan’da var olan sınırları korumaya, orada elde edemediklerini diplomasi yoluyla elde etmeye harcarken, diğer yandan da henüz yeni savaştan çıktıkları Batılı ülkeleri model alan modern bir ülke yaratmaya çalıştılar. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda 1923’ten 1929 Dünya Ekonomik Bunalımına kadar Batı’nın benimsediği ekonomik model olan liberal ekonomi politikaları izlenmiştir. Zaman zaman sağa sola kaymalar olsa da, ana eksende bir değişiklik olmamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Lozan’da çözülemeyen sorunlar Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan Musul hariç, diplomasi yoluyla çözüme kavuşturulmuş ve Cumhuriyetin idari, hukuki, siyasi ve ekonomik yapılanmasında Batı tipi kurumsal düzenlemelere gidilmiştir.
Türkiye tüm zorlamalara rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı başarabilmiştir. Ancak bu politika Türkiye’nin yalnızlığına itilmesine de sebep olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin Boğazlar üzerinde egemenlik iddiaları ve Doğu Anadolu’da toprak talebinde bulunması Türkiye’yi Batının güvenlik şemsiyesi altına girme arayışına yöneltti. Kore Savaşı’na askeri destekte bulunan Türkiye bu savaşın ardından Nato’ya girme imkânını elde ederek iki Bloklu güç yapılanmasında güvenlik boyutu esas olmak üzere çok keskin bir dış politika çizgisi izlemiştir.
Nato üyeliği ile birlikte Türkiye Soğuk Savaş boyunca iki kutuplu güç yapılanması içerisinde Batı güvenlik sistemi içerisinde yerini alarak çok önemli bir denge unsuru olmuştur. Nato bir güvenlik örgütü olmanın yanı sıra Türkiye’nin diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkilerinde de önemli yansımaları olmuş, Türkiye’nin Batılı kimliğini güçlendirmiş ve Türk Ordu’sunun modernizasyonunda da çok önemli katkılar sağlamıştır.
Türkiye Batı saflarında yerini alırken, Osmanlı Devleti’nin dört yüz yıla yakın yönettiği ve tarihi derinliği ve kültürel ortak paydaları olduğu Balkanlar ve Arap Dünyası’nın büyük bir kısmı Sovyetler Birliği’nin yörüngesine girdiler. Bu nedenle Türkiye’nin Batı ile ilişkileri Soğuk Savaş boyunca çok yönlü olarak gelişip, güçlenirken, Doğu ile olan ilişkileri çok sınırlı düzeyde kalmıştır. Türkiye Batı ile özellikle de ABD ile olan ilişkilerinde Johnson Mektubu’yla birlikte ciddi bir sarsıntı yaşamış ve dış politikada Batı ile köprüleri atmadan, sosyal ve ekonomik tercihlerde ciddi bir değişiklik düşüncesi yaratmadan, zaman zaman Batı’yı karşıya alma, Batı’dan uzaklaşıyor gibi durumları olabilmiştir. Türkiye çok yönlülüğe geçişte bir arayış içerisine girerek Kıbrıs sorununda bir yandan Arap Dünyası’nın desteğini elde etmeye çalışılırken, diğer yandan da Sovyetler Birliği’nin desteğini sağlamaya çalışmıştır.
İki Bloklu dünya güç dengesinin bozulmasıyla Soğuk Savaş dönemi sona ermiş ve dünyanın uzun yıllardan beri sürdürdüğü dengeler altüst olmuştur. Dünya güç dengesinin ne zaman ve nasıl kurulabileceği ise henüz belli değildir. Soğuk Savaş dönemi boyunca Batılı ülkelerce Nato’nun Güney Doğu kanadının yılmaz savunucusu olarak görülen Türkiye’nin artık eski jeopolitik öneminin azaldığı dolayısıyla artık Batı’nın Türkiye’ye ihtiyacının kalmadığı tarzındaki söylemlerin dillendirilmesi Türkiye’ de bir şaşkınlık döneminin yaşanmasına sebep oldu. Ancak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Orta Asya’da ve Kafkaslar’da yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulması, Doğu Avrupa devletlerinin Varşova Paktı’ndan ayrılması ve bu gelişmelerin Orta Doğu ülkeleri üzerine olan yansımaları Türkiye için yeni fırsatları da beraberinde getirmiştir.Çünkü eski Osmanlı coğrafyasında bugün . otuza dolayında bağımsız devlet var ve bu coğrafya uluslar arası politikada büyük önem taşımaktadır.Türkiye’nin bu coğrafyada olan ortak paydaları ve işbirliği potansiyeli ile Batı’daki ortak paydaları ve işbirliği imkanları çok farklılık göstermektedir. O sebeple Türkiye için AB ve ABD birbirine alternatif olmadığı gibi, Türk Dünyası, İran, Çin, Rusya ve Arap Dünyası çok farklı dış politika seçenekleri sunmaları sebebiyle birbirlerini ikame etmekten uzaktırlar. O sebeple Türkiye dış politikasında konjonktürün ve ortak paydalarının ve organik bağlarının getirdiği avantajlarından hem Batı hem de Doğu düzleminde yararlanmaya çalışmaktadır.Dış politikada Batı ile Doğu birbirlerini ikame edemeyebilecekleri gibi, ülkelerde birbirlerini ikame edemezler.
Türkiye’nin Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlara yönelik yapıcı, uzlaşıcı,”Yeni Osmanlıcılık “ gibi yaklaşımlardan uzak, karşılıklı yarar temelindeki siyasi, kültürel ve ekonomik açılımları Türkiye’nin stratejik öneminin vazgeçilmez olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Özellikle son yıllarda Türk dış politikasında komşularla sıfır problem ve karşılıklı ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine yönelik izlenen politikalar Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada giderek önemi artan bir aktör ülke olarak kabul görmesini sağlamıştır.
Ancak, Türkiye’nin son yılarda izlemekte olduğu çok yönlü dinamik dış politikalarını radikal bir eksen kayması veya Batı’ya bir alternatif arayışı değil, bir zenginlik ve güç kaynağı olarak görmek gerekir. Aksine, Batı ülkeleri nezdinde daha güçlü, vazgeçilmez bir Türkiye için Orta Asya, Rusya, Kafkaslar ve Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü Türkiye’nin, Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkan ülkeleriyle tarihsel ve kültürel ortak paydaları bulunmaktadır. Söz konusu bölgelerdeki ülkelerle Türkiye dışında çok yakın ilişki kurabilecek tarihsel geçmişi ve derinliği olan ikinci bir ülke bulunmamaktadır. Aslında Türkiye izlemeye çalıştığı politikalarıyla coğrafyası ve geçmişi ile iletişim kanallarını açıp, işbirliği iklimini oluşturarak, bölgesinde sahip olduğu potansiyeli işbirliği süreçleri ile açığa çıkartmaya çalışmakta ve bu politikalarıyla da Batı’dan uzaklaşma söylemlerinin aksine, Doğu’yu Batı’ya yakınlaştırmaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin bölgesinde geliştirdiği sürdürülebilir ilişkileri Batı ittifakına ya da AB üyeliğine bir alternatif arayışı değil, aksine Batı ile olan ilişkilerini tamamlayıcı ve Batı’ya önemini ve manevra gücünü gösterme mesajını da içeren özellikler taşımaktadır. Çünkü Türkiye AB içindeki Fransa ve Almanya gibi ülkelerin bıkkınlık veren engellemelerine rağmen AB üyesi olma çabalarını sürdürmektedir ve dış politikasında ana doğrultuda bir sapma söz konusu değildir. Esasen Türkiye’nin Batı ile ilişkileri radikal bir biçimde değişebilecek ilişkiler de değildir.
Türkiye yakın çevresinde geliştirmeye çalıştığı ilişkilerinin büyük bir çoğunluğunda ABD ile birlikte hareket ederken, enerji güzergâhlarında da AB üyesi ülkelerle birlikte hareket etmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin radikal politikalarla Batı’dan kopması bölgesinde geliştirip, çeşitlendirmeye çalıştığı ilişkilerini ve bölge ülkeleri nezdindeki imajını da olumsuz yönde etkileyebilir.
Çok yönlü dış politika izleyip geliştirme birikimine, potansiyeline ve yeteneğine sahip olan Türkiye coğrafi açıdan hem Doğulu hem de Batılı bir ülkedir. Türkiye hem Doğulu hem de Batılı özelliklerinin sağladığı avantajlarını sentezleyebilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Batılı güçlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmuş olmasına rağmen, Batıya sırtını dönmemiş, tam aksine Batılılaşmayı modernleşmenin, ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmenin bir gereği olarak görmüştür. Ancak, Türkiye’nin Batıya yönelimi hiçbir zaman kopya etmek şeklinde olmamıştır. Çağdaşlıkta Batı ekonomik ve teknolojik üstünlüğü 16. ve 17. yüzyıldan itibaren ele geçirdiği için öne geçmiştir. O sebeple Batı’ya yönelmek gerekli olmuştur.
Günümüzde, başta ABD ve AB üyesi ülkeler, Çin, Rusya, Orta Asya ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini çeşitlendirip zenginleştirirken, Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve sosyal ortak paydalarının olduğu bölgesindeki ülkelerle ilişkilerini çeşitlendirip, zenginleştirmesi kaçınılmaz bir doğal süreçtir.
Türkiye’nin Batıyla ilişkilerini geliştirip sürdürerek Batıya bağımlı olmak, her ne pahasına olursa olsun yalnızca Batı, öbür dünyayı göz ardı etmek nasıl ki, akılcı ve gerçekçi değilse, Batı’ya tamamen sırtımızı dönmek de o derece abartılı ve gerçekçi değildir. Gerekçi olan Türk aydınınca teknolojik, ekonomik ve temel hak ve özgürlükler alanında ileri standartlara sahip olması sebebiyle çağdaşlığı temsil ettiği kabul edilen hem Batı’nın hem de tarihsel geçmişimiz, kültürel ortak paydalarımız ve akrabalık bağlarımız olan Doğu’nun avantajlarından bir sentez yaratıp Türkiye’nin demokrasisinin, hukuk sisteminin, ekonomisinin ve askeri savunma sisteminin standartlarını daha da yükselterek gelişmiş ülkeler kategorisine dahil olarak hem Doğu için hem de Batı için odak noktası ve çekim merkezi olabilmektir.