Toplumsal sorumluluk her bireye olduğu gibi yazara da görevler yüklüyor. Yazar, hem yaşadığı topluma hem de yaşadığı çağa karşı sorumludur.
Toplumsal sorumluluk her bireye olduğu gibi yazara da görevler yüklüyor. Yazar, hem yaşadığı topluma hem de yaşadığı çağa karşı sorumludur.
Amaç sadece yazı yazmak değil, eğer her karaladığınızı yayına verirseniz, hergün bir makale çıkarırsınız. Makale çıkmasına çıkar da içi boş cümleler hava da uçuşur. Mesele sözde yazı yazmak değil ki, bilgiyle birlikte okura ışık tutmak, ortaya attığınız bir fikrin sihri kadar toz olmasına da dikkat
etmelisiniz. Yazdığınız, söylediğiniz birkaç cümleyle insanlar değişime geçebiliyor ve hatta kendilerini çil tavuk gibi yiyip bitirme noktasına geliyorsa, siz başarılısınız ve karşıdaki kişi tarafından önemle izleniyorsunuz, kendinizi tebrik etmenin tam zamanı. İnsanlar fikirlerinizle kendilerine ışık tutuyorsa,
hatta yazdığınız bir makaleyi veya bir resmi örnek alarak paylaşımlar yapıyorlarsa ve buna paralel olarakta kendilerini size karşı kasma cürretine de geçiyorlarsa (ortada acı bir gerçek var ki, fikriniz çalınıyor, sizin fikrinizi, kendi fikirleri ve kendi tasarımları gibi insanlara lanse ediyorlarsa, burada
durup düşünmek gerekir) Siz, fikrini çaldığınız o kişiyi önemsiyor ve örnek alıyorsunuz, bari kendinizi kandırmayın, ya da kasıntı hallerinizin o kişi için anlam ifade etmediğini idrak edin.
Ve bu bağlamda dürüstlüğü, söylenmemiş sözleri ve yaşanmamış güzel günleri yazarak paylaşmak isterim. Taktir edersiniz ki, dünya’nın malzemesi insandır ve insanların kurduğu düzen de satranç oyunu gibidir, her hamlenin bir karşılığı vardır, oyunun kuralını iyi bilmeli ve elbette elinizdeki taşların hangi hamleleri yapabileceğini de tahmin etmelisiniz. Hiç kuşkusuz insan doğası gereği kusursuz olmak ve taktir edilmek ister. Eleştiriye bile pek çoğumuzun tahammülü yokken olaylar karşısında hemen parlayıveririz, oysa ki kendimize çeki-düzen verip düşüneceğimize, hint kumaşı olup çıkıveririz ansızın.Durup biraz düşünsek, çıkarsız her eleştirinin altında bir doğruluk payının olduğunu kabul etsek neler değişmez ki. Paris mezarlığını bilirsiniz, sadece Paris değil, bütün mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla doludur.
Çoğu insan kendisini vazgeçilmez tasavvur eder. En çok da bir makam ve mevkiye gelmiş insanlar. Grup, cemaat, camia, siyasi parti, vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu, lider, militan, taraftar, sempatizan, yorumcu, sanatçı, şair, yazar, ressam vs...
Hiç kimse vazgeçilmez olmadığı gibi, hiç kimse mükemmel de değildir.
Bakınız, tabiat boşluk kabul etmez. Mutluluk; mutlu olanlar el kaldırsın demek değildir, yani karşıdakine ben mutluyum imajı çiziyorsunuz ama bunu sadece bir kesime yutturursunuz, (yani bin'i bir adam etmezlere) sizin yaptığınız, sadece başkalarının mutsuzluğundan kendinize bir parça da olsa mutluluk payı koparmaktır.
Oysa ki mesajınızın altında yatan tek gerçek vardır, mutsuzsunuz hem de en kritiğinden, kendinizi kandırmayın. Erdemli olmak, başkalarının mutsuzluğundan haz almak değil, yüreğini ağlatmaktır. Bakınız kendinizi çok güzel, kusursuz falan sanmayın, inanın sizin baktığınız gözle ve art niyetsiz bakıyorum; iskeletten farksız ve bir o kadar iblis aynı zamanda bir o kadar da taklitçi görüyorum. Herkese kardeşim, canım, cicim ama gizli aşk yaşadığınızda meydan da, anlayacağınız CAN kocanızın
durumuna üzülmemek elde değil. Eh ne de olsa maziniz belli.Yuh yani... Şimdi haddini bilecek, benimle aşık tokuşturmaya kalkmayacaksın, yoksa elden giden edebini geri getirmek için ayna olursun. Yahu iyimser bakayım diyorum, bişey yazmayayım diyorum, kalpler kırılmasın diyorum ama bu fındık beyinliler yerinde durmuyor, cevap vermedikçe kendilerini bişey sanıyorlar, hay Allah ya...Bakınız, Allah(cc) kimseyi edepsiz insanlarla uzaktan da olsa tanıma fırsatı vermesin.Keşke beni uzaktan da olsa tanıma fırsatınız olmasaydı, olmasaydı da fikirlerimi çalmasaydınız…Allah aşkına kendi bakış açınız
yok mu? Yani illa ki fikir hırsızlığı yapmak zorunda mısınız?
................................Evet, ne de olsa topyekün takip ediyorsunuz beni, kimse üstüne alınmasın lütfen, bu cümleler şeker kız Candy için özenle seçildi. Zamanı gelmişken paylaşayım dedim, aslında yazılacak çok şey var ama neyse…Şimdilik bunlar yeter sizlere…
Platon bir sözünde şöyle der: "Önünüzü görmek istiyorsanız, günlük hayatın mekanizmasını sadeleştirin."
Önceki çağlarda daha az şeye ihtiyaç duyan ve bu ihtiyaçlarını fazla zorlanmadan karşılayarak mutluluğu yakalayan insanlar, uygarlığın gelişmesine paralel olarak yeni ihtiyaçlar ediniyor ve kendilerini, bu ihtiyaçları karşılamak zorunda bırakıyorlardı.
Kısaca, Batı dünyası “tüketim” denen büyülü formülü icat ettiğinden bu yana; formül bulunduğu kuyu dibinden çıkarıldı, süslendi, boyandı ve insanlara yeni bir yaşam şekli olarak satıldı. Ne diyebiliriz, herkes aklını kullanmalı…
Sözde sade yaşam; insanın hayatından ihtiyaç fazlasını çıkarmak suretiyle, daha başka şeylerin hayatımız içinde yer alabilmesi için zemin hazırlar. Kısaca, yaşamı gönüllü sadeleştirir. Sadece kendisi için çalışan yani tüketici rolünden sıyrılarak başkaları için de birşeyler yapabilmek, yaşadığımız gezegenin daha da yaşanabilir bir hal almasını sağlar. Dış görünüşüyle sade, içeride ise alabildiğine zengin bir yaşam biçimi…
Ve nihayetinde insanlar tüketmeye başladılar. Ömürler tükendi, değerler tükendi, insanlık tükendi, çevre tükendi. Reklamlarla kuşatıldı insanlar, televizyonlarda kıskıvrak yakaladı toplumu. Bir süre sonra insanlar, tüketmekten başka birşey düşünemez hale geldiler. Sonrası hem dış dünya'nın, hem iç dünyamız'ın güzellikleriyle başbaşa, alabildiğine renkli ve zengin bir hayat bekledi bizleri. Ancak tasarlanan bu yeni hayat, düşünüldüğü gibi haz vermedi bizlere...
Tıpkı ışıltılı neonların arkasındaki pavyonlar gibi? Anonslar yapılır, şarkılar söylenir, şiirler okunur, danslar edilir, yalan kahkahalar mutluluğun resmini çizer geceye. Gece biter, gün ağarır yerlerdeki pislikler, boş içki bardakları, yorgun gece insanlarının yüzlerindeki ifadeler "hangisi gerçek" dedirtir insana... Akşam olunca neoanlar yine yanar, yine aynı sahne, yine bildik görüntüler, neonlar her ne kadar şiddeti, mutsuzlukları bir yere kadar gölgelese de gerçeklerden kaçmak olası bir durum değildir.Yani gece ile gündüz'ün birbirini yalanlaması gibi. Üstelik gecenin gerçek yüzünü görmek isteyenler gündüzü beklemezler, yeter ki görmek istesinler. Herşey zaten gün gibi ortadadır.
Tarihin bu en amansız diktatörlüğünden ve neonlardan kurtulmanın bir yolu var: Fazlalıkları atmak, sade yaşamak, gürültüden, parazitlerden kurtulmak ve en önemlisi hızı düşürmek. Hızlı koşmayın, çabuk yorulursunuz. Gönüllü sadeliği çizin ve yaşayın. Ünlü satış analisti Victor Lebow’un, savaş sonrasında tüketimi ekonomi için vazgeçilmez bir koşul olarak nitelerken; muazzam derecede üretken ekonomimiz, tüketimi bir hayat biçimi haline getirmemizi gerektiriyor.
Artık mal satın alma ve kullanmayı düzenli bir yaşam biçimi haline getirmeli, ruhsal doyumu ve egolarımızın tatminini tüketimde aramamalıyız. Eşyayı gittikçe artan bir hızla tüketmek, eskitmek, yıpratmak, atmak ve yenilemek zorundayız, ancak bunları yaşarken, herşeyde olduğu gibi bilinçli tüketici olmakta doğru yaşam sürmemizi sağlayacaktır.
SÖYLENECEK SÖZLERİNİZİN TÜKENMEMESİ DİLEĞİYLE…
Tebrik Notu: Alternatif Doğuş Gazetesi imtiyaz sahibi sevgili kardeşim Çetin Yılmaz’ın haftalık yayın yapan gazetesi, günlük yayın hayatına başlamıştır. Tüm okurlarımıza saygıyla duyrulur. Evet değerli arkadaşım, gazetenin ilk kuruluşundan bu yana hatta ilk köşe yazarlarından biri olarak hala aynı hızla seninle ve gazetenle birlikte olmaktan son derece mutluyum. Başarıların daim olsun.
ALTERNATİF DOĞUŞ GAZETESİNİ YÜREKTEN TEBRİK EDİYORUM.
Leman KUZU©
İstanbul, 01 Nisan 2012
kuzuleman@yahoo.com